Yirm iiki yıllık serbest eczacılık deneyimimde sıkça gözlemlediğim bir şey : eczane
mesaisine dahil olan ve düzenli olarak eczanede zaman geçiren, hem yöneticilik hem de
operasyonel kısımda (hasta karşılama, hasta ile düzenli iletişim, reçete ve rapor kayıt
kontrol, her türlü teknik beceri gerektiren iş vs) rol alan eczacılarımız için hayat bir süre
sonra eczaneden ibaret olmaya başlıyor . Öyle ki, dünyadaki en önemli şey eczane,
dünyadaki en önemli iş eczacılık, dünyadaki en büyük sorunlar eczanede karşılaşan
sorunlarmış gibi oluyor. Bu döngünün içinden çıkmak biraz zor, zira eczane bizden ilgimizi
sonuna kadar istiyor ve hatta bizden başkasının ilgisini de istemeyecek kadar çok istiyor
bunu.
Bir yere kadar mümkün, kabul ediyorum. Belki ilk beş yıl çok da iyi, sonra biraz
yavaşlatmak ve duygularımızı ve hayatımızı biraz eczaneden ayırmak gerek . Ne demek
istiyorum ? Eczane dışında doyacak, beslenecek, eğlenecek, öğrenecek, çevre üretecek
değerli ve önemli hissedecek alanlara ihtiyacımız var. Eczanemiz bizden her ne kadar ilgi
istese de -bir çelişki gibi görünse de- eczaneye asıl faydayı biz eczane dışında
beslenebiliyorsak sağlayabiliyoruz. Tüm hayat eczaneymiş gibi olunca, orası bir kara
delik gibi bizi çekiyor ve enerjimizi düşürüyor. İşkolikler ne demek istediğimi çok iyi
anlayacaktır. Eczane yapısı gereği kaotik, ne yaparsan yap başka insanları kontrol
edemediğimiz ve her an her yerden bir aksiliğin önümüze fırlayabildiği bir yer.
Eczacılık eğitimi de yapısı gereği, kontrolcü, düzen isteyen, düzen ile var olabilen bir eğitim. Bizler,
düzen ve kontrol içinde başarılı olarak çıktığımız fakültelerden; düzensiz ve kaotik bir yapıya geçiş yapıyoruz. Karakter olarak da rahat biri değilsek ve detaylarda boğulan bir yapımız varsa, eczanenin kaosu ve kontrol edilemezliği bizi yormaya başlıyor . İşte burada iki seçenek var . Ya biz değişeceğiz ya eczane.
Önce eczanenin değişmesinden başlayalım.
Eczaneyi daha kontrol edilebilir, daha düzenli, daha kapalı bir sisteme evriltmek için
küçülmeye gidiyoruz . Ne demek istiyorum? Hoşumuza gitmeyen müşterilerle pek
karşılaşmak istemiyoruz, hoşumuza gitmeyen personelle çalışmak istemiyoruz, hoşumuza
gitmeyen depoya eyvallah diyoruz. Böyle böyle, daha konforlu çalışabildiğimiz ama bir
taraftan da sürekli olarak küçülen bir yapıya doğru ilerliyoruz. Kontrol manyağı arkadaşlar
ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır . Azıcık aşım ağrısız başım. Peki çevremiz
tarafından nasıl algılanıyoruz ? Meslektaşlarımız bizi anlıyor ve hak veriyor, iyi çok güzel,
anlaşılmış hissediyoruz ve birbirimizi onaylayıp duruyoruz, aferin. Ancak bu meslekten
olmayan herkes bizi biraz kaprisli, belki müşkülpesent, kuralcı, öfkeli, suratsız,
esneyemeyen insanlar olarak algılıyor ve bu, günümüz serbest piyasa koşullarında en son
istediğimiz algılanma biçimi olurdu (hoş değil). Serbest piyasa bizden her an ve her an
çözüm üretme becerisi, esneklik, güler yüz, açık fikir, öğrenmeye ve gelişmeye açıklık
talep ediyor (canım benim).
Eczane yapısı gereği “önü özel, arkası devlet” bir kurum
olduğu için, ne tam serbest piyasaya uyumlanabiliriz, ne de tam olarak kendimizi oradan
soyutlayabiliriz. Psikolog Şule Öncü ‘nün dediği gibi; aldığı kadar acı, bulduğu kadar haz.
Bu bir tercih meselesi ve bizim karakter yapımıza bağlı olarak, biz ya küçük ama konforlu
ve kendimizi güvende hissettiğimiz sistemde kalıyoruz , ya da gerçekten büyüyorsak da,
bunun bedelini ödüyoruz. Bedeli nasıl ödüyoruz ? Değişerek..
Biz nasıl değişiriz ? Belki karakter olarak zaten rahat, esnek, kafaya takmayan bir
yapınız vardır; sizi hariç tutuyorum. Gerçekten eczacılık meslek etiğini gözeten, kurallara
uyan, yasakları delmeyen, vergilerini zamanında ödeyen, kırmızı ışıklarda duran
meslektaşlarımdan sözediyorum. İşte böyle bir yapıdaysak ve yine de büyümeye
odaklıysak orada bizim değişmemiz, zihin yapımızın değişmesi, düşünce şeklimizin
değişmesi gerekiyor .Büyük düşünmeyi öğrenmek gerekiyor (büyük düşünelim seneye de
düşünürüz).Sorunların ve pürüzlerin her daim olacağını, yok olmayacağını, her zaman
tahmin etmediğimiz başka bir sürprizin bizi orada beklediğini, insanların tahmin edilemez
olduğunu, her şeyi tam ve düzgün yapsak da bir yerlerden bir hatanın ortaya çıkıverdiğini
en baştan kabul ederek, bununla savaşmamak ve hatta bundan güç almak gerekiyor (yok
artık). Engelleri ve krizleri fırsata çevirmek gerekiyor.
Nassim Nicolas Taleb’in “Antikırılganlık” kitabında anlattığı üzere, kaostan korkmamak-bilakis onu yanımıza bir dost olarak almak ve öyle ilerlemek gerekiyor (oldu canım). Belirsizlik ve kaos ne kadar
korkutucu olsa da bu devrin gerçeği. Bir sabah eczanenize mutlu mesut gidersiniz ve personelden birinin kafasına göre o gün işi bıraktığı gerçeğiyle karşılaşırsınız. Beklemiyorsunuzdur. Ya da zor bir hasta gelir ve ne yaparsanız yapın memnun olmaz. Ya da çok iyi kontrol ettiğinizi sandığınız reçetelerde kesinti olmuştur. Personel birbiri ile anlaşamıyordur ve birisi ağlayarak yanınıza gelir. Hiçbiri elinizde değildir, hiçbiri kontrolünüzde değildir ama olmuştur işte. Bütün bunların ve daha fazlasının olma olasılığı her gün ve her gün devam etmektedir, kaostan kaçış yoktur. İnsanlar yalan söyler,
vazgeçer, tartışır, huysuzluk yapar, mutsuz olur, depodan ilaçlar eksik/yanlış gelir,
faturalarda hata olur, olur yani.
Peki ne yapacağız ? Her aksilikte oturup karalar mı bağlayalım? Bu neden oldu diye enerjimizi mi düşürelim?(hiç de bile). Her pürüzde daha sinirli biri mi olalım? Öyle sinirli ve çekilmez bir olalım ki yakın çevremiz bizden nefret mi etsin? Bu mu yani ? Eczane eczacılığı -daha en başından -bazı kabullerin
içselleştirilmesini gerektiyor. Evet sorun olacak ama ben düşmeyeceğim. Evet insanlar
beni yarı yolda bırakabilir, nankörlük edebilir, yalan söyleyebilir, benim iyi niyetimi suistimal
edebilir, hepsi olabilir doğru, yine de düşmeyeceğim.
Benim içsel gücüm BENİMLE ilgili çünkü. Her şey olabilir ve ben her şeye çözüm üretebilirim. Her şey olabilir ve ben hepsinden bir şey öğrenerek çıkabilirim. Her şey olabilir ve günün sonunda ben
güçlenirim. Öğrenmeye ve güçlenmeye odaklanmak, tıpkı düşmeye ve kahretmeye
odaklanmak gibi; bizim elimizde ve öğrenebileceğimiz bir tutum. Pratik istiyor, zaman
istiyor, tekrar istiyor. Oğuz Benlioğlu’nun bir YouTube videosunda dediği gibi, “ kötü bir
şey oldu” demeyeceğiz mesela, “sıra dışı bir durum var” diyeceğiz.
Öyle deyince beynimiz olayı daha farklı algılayacak. Daha en başından kendimize şöyle söyleceğiz
“NASIL” ÇÖZEBİLİRİM?” Biz ne diyoruz genelde? “NEDEN benim başıma geldi?” Neden sorusu ile ilerlediğimizde kendimizi kurban gibi hissederken, Nasıl sorusu ile ilerlediğimizde kendimizi sorunu çözerken bulacağız. Mümin Sekman’ın “Her şey Seninle Başlar” kitabından öğrendiğim, .çok kısa, çok küçük ama çok etkili bir bakış açısıdır bu.
Neden yerine, Nasıl diye sormak. Çok temel, çok basic. Eczacılık eğitiminden hatırlarsınız, su deyince distile suyun anlaşılması gibi bir şey bu; sorun varsa “nasıl” sorusu olmalı, otomatik olarak kafamız oraya bağlanmalı. Orada bitmiyor ama, sonrası da var. “NE ÖĞRENDİM?” Deneyimi de öyle boş boş geçirecek halimiz yok (daha neler), öğreneceğimizi öğrenip, onu tamamlayıp rafa kaldırmak gerekiyor ki, daha sonra büyüyerek karşımıza çıkmasın. Evet, öğrenmediğimiz her şey tekrar ediyor hayatta.
Öğrendiklerimiz bizim oluyor. O nedenle mesaide ve günlük yaşamda odaklanacağımız
şey mükemmel sonuçlardan çok, öğrenme olmalı.
Amacımız öğrenme olunca, her şeye ama her şeye bir öğrenme fırsatı olarak bakınca, bedenimiz de elektrik üretmiyor o zaman. Hayat zor gelmiyor o zaman. Bir deneyim kazanıyoruz o zaman. Bakın,
kazanmaya geçiverdik. Mükemmel değiliz, insanız. Hatta cesur bir insan, öğrenen
cesurdur çünkü. Hiç yeni deneyim yaşamadan mükemmel mükemmel yaşayacağıma,
sürekli hata yaparak yeni deneyime açık olmayı tercih ederim. Kaldı ki, yeni deneyim
olmadığında da, o küçücük dünyada her şey artık o kadar büyüyor ve önemli hale geliyor
ki, yine mükemmellik falan hissedilmiyor.
Biz küçük kaldığımızla kalıyoruz, mahrum kaldığımızla kalıyoruz. Üstelik daha huzurlu olmak için hayatı ve işi küçültmek, kendi potansiyelimize ihanet içeriyorsa daha da kötü, öfke doluyoruz o zaman. Dört duvar eczane içinde anksiyete krizlerine giriyoruz o zaman. Gelene gidene takıyoruz o zaman.
Durduk yere personele bileniyoruz o zaman. Mutluluk üretmenin yolu hayatı küçültmek
değil, büyütmek ve öğrenmeye izin vermek. Bakın huzur demedim, orası mutluluktan
daha farklı bir yer, bir zemin, bir altyapı, binanın kolonları gibi, daha temel bir şey; hücre
çekirdeği gibi. Ama huzuru sağlamak için de kendi hayatımız ve mutlululuğumuz için
elimizden geleni yaptığımızı bilmemize ihtiyacımız var. Hata da olsa huzurlu olabilir insan
günün sonunda, sorun da olsa huzurlu olabilir, üzgün de olsa huzurlu olabilir, çünkü hayatı
için elinden geleni yapıyordur. Ya da tam tersi, huzuru korumak adına risk almıyorsa,
aslında en büyük riski alıyordur, KEŞKE ile yaşıyordur. Keşke kelimesinden hazzetmiyorum.
Mümkünse kimse kullanmasın, rica ediyorum çok yüz vermeyin bu kelimeye. İnsan her zaman pişman olabilir. Bazen yaptıklarından, bazen yapmadıklarından. Yaptıklarının pişmanlığı bir süre devam ediyor, ama yapmadıklarının pişmanlığı ömür boyu sürüyor.
Deneyimler, hayatı büyütmek ve risk almak, öğrenmeye izin vermek, bütün bunlar
en çok da kariyerimiz için gerekli. Gerçekten hayatından memnun olan bir insan, kendi
işini yapan biriyse, o gücü ve mutluluğu işe yansıtacaktır, kaçınılmazdır bu. Tam tersi de
geçerli, küçücük hayatların içine sıkışmış insanlar da o mutsuzluğu ve tatminsizliği işe
yansıtacaktır. Tarafımızı belli edelim. Bir hayat seçelim. Seçimlerimizin arkasında duralım.
Gerekirse bedelini ödeyelim ve seçimlerimizin arkasında duralım.
Dik duralım.
Üşenmeyelim.
Ertelemeyelim.
Vazgeçmeyelim.
Zamandan ve mekandan çıkalım, sezgilere ve zekaya doğru ilerleyelim.
Bu taraftan.
Maksat tarafımız belli olsun.