“Yapmakta ısrar ettiğimiz şey, gittikçe kolaylaşır” R.W.Emerson
Okula yürüyerek gidebildiğimiz ve aynı zamanda görgü, usül öğrendiğimiz zamanlardı. Saygı, dostluk, erdemli olmak gibi kavramların günlük hayatta karşılığı vardı. TV dizilerinde İstanbul Türkçesi ile konuşuluyordu, okula giderken herkes aynı önlüğü giyiyordu. Çalışınca oluyordu, öğreniyorduk ve sınavları geçiyorduk, okul çıkışı kendi çapımızda voleybol, istop ve yakan top oynuyorduk, akşam ezanında evlere dağılıyorduk. Sokakta oynarken öğretmenimize denk gelirsek çekiniyorduk. Gazetelerin dağıttığı ansiklopediler vardı evlerde.
Ansiklopedi okumak vardı o zamanlar, ilk elime aldığımda gökyüzü terimlerine bakmıştım, gök ile ilgili bilim dalı astronomi idi, “astronom” ve “astronot” aynı şeyler değildi. Ama “astronot” ve “kozmonot” aynı şeylerdi. Astroloji bilim değildi, hala değil. Ders kitaplarımızda fen bilgisi ve hayat bilgisi vardı, birbirlerine benziyorlardı. Bunlar ne zamandı derseniz, AşkınNur Yengi ‘nin ilk albümünün çıktığı yıl olabilir. Sonraları asıl ilgimi çekenin gök bilimi, uzay ya da matematik değil, biyoloji ve kimya olduğunu farkettim.“Fen Bilimleri” en sevdiğim dersti, fen bilimlerini anlamaktan resmen keyif alıyordum. Ama Voltrancı değildim, Fransız yapımı, vücudumuzu anlatan o çizgi filmi seviyordum(‘Il était une fois… la vie’ )Üniversitede temel bilimler okumayı isterdim, ama böyle bir bölüm yerine para kazandıracak bir mesleğim olması gerektiğini o zamanlar anlamıştım. Tam ne zamandı derseniz, Orhan Gencebayla Sibel Can’ın düet yaptığı yıl olabilir. Fen Lisesi sınavlarına hazırlanıyorduk, iyi bir liseye yedeklerden girebiliyordum, ama yatılı okumak istemediğim için gitmedim. Bütün ülkenin Levent Yüksel’in ilk albümünü dinlediği zamanlardı.
Aradan yıllar geçti. Matrix, Inception, Interstellar gibi filmlerle tanıştık. Interstellar filminde, bilim insanları yaşanacak başka gezegen arıyorlardı ve orayı bulunca kestirme yoldan gittiler; bir kara delik. Kara delikten nasıl geçtiklerini elimde bir kağıt ve bir iğne olsa size çok nefis anlatabilirdim. Ama yazarak anlatamıyorum. Yazarak anlatamayacağımız şeyler var.
“CEO Life” dergisinin bir sayısında, “sporun her türlüsünde insanın başına ne geliyor acaba” sorusunun yanıtı, düzenli spor yapan CEO’lar tarafından şöyle anlatılıyordu; -konsantrasyon artıyor -beden yatışıyor, sakinleşiyor -belirsizlikler şekilleniyor -sorular cevaplanıyor -motivasyon artıyor -fikirler gelişiyor -verimlilik yükseliyor
Sporun faydalarını sayfalarca yazabilirim. Ama yarım saat yüzüp çıktıktan sonraki “sandığımdan daha iyiyim ve her şey daha kolay olabilir” hissini anlatamam. Suyun kaldırma kuvvetinin bahşettiği uçmaya benzer hissi de kelimelerle anlatamıyorum. Sabahın köründe ağaçlı bir yolda yürürken tende hissedilen serinliği de. Güneşin doğuşuna denk geldiğinizde zamanın yavaşlıyormuş gibi olmasını da. Gece başlayan yağmuru dinlemenin verdiği huzuru da.İnsanın beş duyusu ve dünya gezegeninin elementleri; bazıları enzim-substrat gibi örtüşüyor, oralardan alternatif bir cennet tanımı bulunabilir. Bazen anlatamayız, sadece yaşarız.
Bir formül bulmaya çalışıyorum hep, hayata dair bir kısa yol, şöyle olursa böyle olur. X olursa Y olur. Elbette böyle bir şey yok. Şarkılardan, filmlerden, belgesellerden ipucu yakalama çalışıyorum, yine olmuyor. Hissettiklerimi de anlatamıyorum zaten, çoğu zaman anlatabildiklerim anlatmak istediklerimin en fazla yarısı falandır. Yine de dilimin döndüğünce derdimi anlatmayı deneyeceğim.. Geçen gün çantamda kızımın oraya attığı bir toka buldum. Çantamda bir tokaya rastlayana kadar, saçlarımı toplamak aklımda yoktu. O tokayı görünce saçımı topladım ve öyle daha rahat ettiğimi, ferahladığımı hissettim. Bunun gibi başka örnekler de verebilirim. Tesadüfen karşıma çıkana şans vermek ve hatta izin vermek; çoğu zaman iyi sonuçlandı. Aslında şöyle oldu : bir karar verdim, oyalanmadan, sonrası o karara bağlı olarak yeniden şekillendi. Şunu rahatlıkla ifade edebilirim : en doğru kararı vermek için beklemeye gerek yok. Biz bir karar veriyoruz ve hayat ona göre yeniden şekilleniyor , şartlar yeniden oluşuyor, kartlar yeniden karılıyor, yeni seçimimize göre yeni insanlar karşımıza çıkıyor. Hayatımızdan çıkanlar için de aynı şey geçerli. Bazen birinin yokluğu varlığından daha hayırlı olabiliyor. Tesadüfen karşımıza çıkan şeyler daha iyisi için bir fırsat olabilir ve de tam tersi de geçerli; bişeylerin yokluğuna alışınca yokluğunun daha iyi olduğunu anlarız, fark ederiz.O şey çıkıp gitmese anlayamayacaktık. Belki de tüm mesele; direnmemektedir. Karşımıza çıkan ve hayatımızdan çıkan; tesadüf ve tevafuk; her ne diyorsanız ; o anki ihtiyacımız olabilir. Bazen soru işaretiyle beklemek yerine nokta koyup yola devam etmek gerekir.
İnsanlara genelde olmalarını istediğim gibi davranıyorum. Kötüye kullanan olmuyor mu, elbette oluyor. Bazen hayatımda kalıyorlar, bazen gidiyorlar (çünkü o, o değilmiş meğer) Biri beni hayal kırıklığına uğratacaksa baştan uğratsın, onu baştan tanıyayım diye güvenerek- vicdanımın rahat olduğu bir davranış seçiyorum. Kandırılmak, sömürülmek gibi sonuçları olabilir ama tek seferlik. İnsanları tanımak için bir miktar hayal kırıklığını göze aldım. Güvenmek istediğim zaman gerçekten güvenen biri gibi davranıyorum, gerçekten güvenen biri oluyorum. Güçlü olmak istediğim zaman da, güçlüymüş gibi davranıyorum, bu, çok işe yarıyor. Şartlar ne olursa olsun hiç bir zaman, ne pahasına olursa olsun, mağdur psikolojisine girmemeyi öğrendim. Hepsi bir şekilde benim sorumluluğumdaydı ve benim tercihimdi, farkında olmasam bile. Sorumluluğu alınca, gücü de yanıma almış oluyorum. Çok basit.
Sorumluluk alıp güç sahibi olmak, mağdur ve kurban psikolojisine girmeyip hayatın kontrolünü kendinde hissetmek, yeni gelene şans vermek ve gidene izin vermek ; buralar bir oyun gibi , bir öğrenme alanı gibi, biz öğrendikçe oyunda seviye atlıyoruz. Oyun zorlaşabilir, ancak alınan keyif de artar. Yaptıkça öğreniliyor, oyun devam ettikçe kolaylaşıyor. Kendi gerçeğimizde, dürüstlükle ve iyi niyetle yaşamaya devam ettikçe, hataların bedelini ödedikçe de hayat kolaylaşıyor. Hayatı kolaylaştıran bir düşünce biçimi söyleyecek olsaydım ,seçimlerimizin sonuçlarını ödemeye razı olmak derdim. Kocaman ve içimizi heyecanla dolduran hedeflerle, küçük adımlarla, yoldayken keyif almak derdim.
Yeşim Türköz’ün “Büyü Dükkanı” isimli o kısa ve vurucu kitabı şu anekdotla başlar: Kızılderililer kendi inanışlarında yüce ruhtan bir şey istediklerinde, en sevdikleri eşyalarını yüksek bir uçurumdan aşağı atarlarmış. Bazen huzurun bedeli bazı insanlardan vazgeçmek olabilir. Ya da bir düşünce biçiminden, bakış açısından. Vazgeçmeyi öğrenmek, bırakmayı öğrenmek, bedel ödemeyi öğrenmek. Takası öğrenmek… Para yokken takas vardı biliyorsunuz, işler öyle yürüyordu.
Bazen çuvallarız. Bazen ıskalarız. Bazen olmaz. Bazen hakkımız yenir. Denemeyi ve başarısız olmayı normalleştirmeden başarıya ulaşamıyoruz. Başarısızlık başarının ayrılmaz bir parçası, canım benim. Hatalar öğrenmenin ayrılmaz bir parçası, gülüm benim. Belki de vazgeçeceğimiz ilk şey “başkaları benim hakkımda ne düşünür“ kalıbı ya da “başarısızlık korkusu”dur. Bu ikisini verip yerine özgürlüğü ve dolu dolu bir hayatı alabiliriz. Bu, iyi bir takas olabilir
“Gökyüzü “ ile “özgürlük” kelimelerinde aynı sesli harflerin aynı sırada olması gibi, olmadık bir şey size olmadık bir ilham verebilir.
Olabilir yani…